Böylece Abdülhamid'in tahmin ettiği gibi Berlin'de büyük devletler Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşma planlarını hayata geçirmişlerdi. Dolayısıyla bu planların önlenmesi ümidiyle Abdülhamid'in bizzat verdiği Kıbrıs tavizi de işe yaramamış, stratejik öneme ait bir ada İngilizlere devredilmişti.
Bu tarihe kadar devam eden olayların gelişmesinde II. Abdü1hamid'in rolü olmamış, fakat mutlakiyet yönetimini kurmasına ve 1881 yılı sonlarından itibaren idareyi tamamen kontrolüne almasına ortam hazırlanmıştır. Yönetimi paylaşmanın ülkeye felaket getirdiğine inanan ve artık aleyhinde sözler söylenmesine dahi tahammülü kalmayan II. Abdülhamid, hükümeti, ulemayı ve orduyu avucunun içine aldı.
Bundan sonra kafasındaki Osmanlı'yı yeniden canlandırmak için planlarını ve düşüncelerini bir bir uygulamaya koyar. Ancak İslamcı olarak nitelendirilen ve halifeliğin avantajlarına sığınan Abdülhamid tuhaf bir seçenekle karşı karşıyadır. İddialı reform planlarını hazırlama konusunda en büyük destekçisi Ingiliz Büyükelçisi Layord'dur.
Fakat despot bir idare kurmakla suçlanan II. Abdülhamid, bilindiği imajının tersine adalet reformu, eğitim reformu, çevre düzenlemesi, demiryolları inşası, savunma sisteminin modernleştirilmesi gibi pek çok reform ve düzenlemeyle ülkeyi batı standartlarına yaklaştırır. Adeta Cumhuriyetin mimarları ve alt yapısı bu reformlar sayesinde meydana çıkmıştır.
Ne var ki bu reformların faturası kabarık olmuştur. Abdülhamid'den önce Abdülaziz döneminde alınan borçların ödenmesi sırasında yaşanan problemler yüzünden devletin kredibilitesi düşmüştü. II. Abdülhamid'in bu sorunu aşmak için yapabileceği çok fazla şey de yoktu. İthalat haklarını donduran kapitülasyonlar nedeniyle gümrük politikası işlemiyordu. İltizam sistemi eski verimini vermiyordu. Vergiler çiftlik sahiplerinin tavırları yüzünden toplanamıyordu.
İşte ekonomik alandaki bu durumu düzeltebilmek için II. Abdülhamid işe koyuldu. Önce devletin dış borç kredibilitesini düzeltmek amacıyla bankerlerle bir anlaşma yaptı (22 Kasım 1880). Daha sonra, dış borçlar için ayrı bir düzenleme yaparak devletin yıllık gelirlerin yarısından fazlasını tüketen ve devletin prestijini sarsan dış borçların tasfiyesine girişti.
Avrupalı alacakların temsilcileriyle 20 Aralık 1881 tarihinde bir anlaşma imzaladı. "Muharrem kararnamesi" olarak meşhur olan bu anlaşma ile II. Abdülhamid alacaklı ülkelere belli devlet gelirlerini toplamak üzere Düyûn-u Umumiyye'yi kurma imtiyazı tanıyordu. Bu kararname yüzünden II. Abdülhamid Türk tarihçilerinden çok eleşiri aldı ve tarihçiliğimizde polemik doğurdu.
Ancak bu durum geçici bir rahatlık sağlamıştı. II. Abdülhamid'in mali portreyi düzelttikten sonra yönetimde ve ülkede nüfuzunu arttırmak için ilk defa "Padişah ödeneği" ayrıldı. Bu padişahın şahsen bütçenin bir kısmını kendi ve ailesinin kullanımına ayırtması demektir. Bu uygulama kesin bir dille ifade edilebilir ki kişisel amaçlarla kullanılmamıştır.
II. Abdülhamid padişah ödeneğini yatırımlara, tarım alanlarının satın alınmasına, özellikle 1879 yılından sonra Mezopotamya da toprak satın alınmasına harcamıştır.
Albertine Juvaideh'in araştırma sonuçlarına göre padişah bu yolla mesela Bağdat Vilayeti ekilebilir topraklarının 1/3'üne kadar salıip olmuştur. Filistin, Musul, Basra ve diğer bazı vilayetlerde de durum farklı değildir. Çiftlikat-ı hümayun denilen bu politikanın tüm boyutları henüz araştırmaya muhtaç olmakla birlikte, padişahın otoritesini sağlamlaşrırma aracı olarak başarılı olduğunda kuşku yoktur.
Düyûn-u Umumiye'nin bir başka boyutu da olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte değerlendirilmesi gereken yabancı sermaye girişidir. Düyûn-u Umumiye'den sonra borç veren ülkeler artmış, fakat Osmanlı yer altı ve yer üstü kaynaklarının işletme hakları Fransız, İngiliz ve AIman şirketi ve bankalarına bırakılmıştır.
Osmanlı Bankasının öncülüğünü yaptığı bu bankalar ve bağlantıları Osmanlı topraklarında imtiyaz bölgeleri kurmaya çalışarak, memleketin yabancı devletler arasında ekonomik nüfuz bölgelerine ayrılmasına yol açtılar.
Özellikle demiryolu alanındaki mücadele Almanya'nın zaferiyle ve ülkede müthiş bir nüfuz kurmasıyla sonuçlanmıştır. Padişah, Almanya'nın desteğiyle İstanbul'dan Bağdat'a kadar demiryolu yaptırmaya karar vererek (1902) Alman dış politikasının Irak'a girmesine de yol açmıştır. Bu karar, bir yandan da Alman İmparatorluğu ile Osmanlılar arasında yakınlaşmaya zemin hazırlayacaktır.
Bütün bu diplomatik faaliyet ve manevralar da aynı şekilde tarihçiler arasında farklı algılanmıştır. Bazı kesimler onun dahi bir dış politika izlediğini iddia ederken diğerleri tam tersini iddia etmektedirler.
Bayram Kodaman, II. Abdülbamid'in dış politika hedefınin "toprak bütünlüğü ve menfatlerini" korumak olduğunu kaydettikten sonra, devletin gücü ve hedefleri arasındaki dengeyi korumanın idraki içinde "Statükocu ve barışçı" bir dış politika benimsendi demektedir. II. Abdülhamid bunu askerî yoldan değil, diplomatik yoldan yürütebileceğine inanarak diplomasiye ve istihbarata önem vermiştir.
Gerçekten de onun dış politikasında savaş yoktur. Hatta 93 Harbi diye meşhur Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra savaştan nefret ettiği söylenir. Nitekim onun dış politikası maceracı değil, fakat tavizkârdır denilebilir. Çünkü II. Abdülhamid dış politikasında en başta Anadolu ve Rumeli'yi korumayı esas almıştır.
Bu amaçla da 1878'de Kıbrıs, 1881de Tunus‘u, 1882'de Mısır'ı feda etmek zorunda kalmıştır. Onun bu politikasının belirlenmesinde uzun süre İngilizlerin rolü olduğu artık iyi bilinmektedir. Bununla birlikte gözden çıkardığı yerler dışında -zaten o dönemde devletin Mısırı Tunus'u vs. koruyacak askeri gücü de yoktu- asla tavizkâr davranmadığı da bir gerçektir.
Mesela Berlin Anlaşması sonrasında devletlerarası rekabetin Türkiye üzerinde yoğunlaştığı bir dönemde Doğu Anadolu'da Ermeni ve Girit'te Yunanlıların taleplerine karşı ısrarlı ve inatçı olabilmiş, buralar için tahtını ve canını feda edebileceğini söylemiştir.
Bunun en somut örneği Yunanistan ile savaşı göze alması ve kazanmasıdır. Bu savaşta Avrupa devletlerine rağmen padişahın savaşı kabul etmesi dikkat çekicidir. Ancak yine saldırının Yunanistan tarafından geldiği unutulmamalıdır. Bu savaşla ilgili hatırlanması gereken bir husus ise hâlâ Osmanlı Devleti'nin büyük devletlerin baskısı altında olduğu gerçeğidir. Çünkü savaşta Osmanlı ordusu Atina yakınlarına kadar kısa sürede Yunanistan'ı ele geçirmesine rağmen, dış devletlerin müdahaleleri yüzünden çok az bir tazminat dışında bir şey kazanamamıştır.
Bu müdahaleler karşısında II. Abdülhamid yeni bir dış politika izlemiştir. 1876'dan beri Kıbrıs'ta, Mısır'da ve diğer dış olaylarda kendisine dost görünen İngilterenin artık Osmanlı'yı parçalamak amacı taşıdığı düşüncesiyle Almanya ile sıcak ilişkiler kurulmasına öncelik ve ağırlık verilmiştir.
Rusya ve İngiltere'ye karşı riskli, fakat o günün şartları içerisinde gerekli olan bu politika değişikliğinden sonra askerî, teknik ve eğitim alanında iki ülke işbirliğine gitti. Fakat bu politika İngiltere ve Rusya'nın tepkilerini çekmekte gecikmedi. Buna rağmen İngiltere Kralı Edvard ile Rus Çarı. Nikola'nın Reval'de buluşmasına kadar, II. Abdülhamid denge siyasetini uygulamayı başardı.
II. Abdülhamid, Almanya'nın desteğiyle Panislamizm siyasetini uyguladı. Ayrıca düşmanları arasındaki ihtilafları, ajanları vasıtasıyla körüklemek suretiyle Osmanlıya karşı birleşmelerini engelledi. Onun Karadağ'ı Sırbistan'a, Yunanistan'ı ise Bulgaristan'a karşı kullanması sayesinde 1909 yılnıa kadar buraların siyasî çözülme ve uluslaşma çabaları yavaşlatılmıştır. Rumeli, dış politika hedefleri doğrultusunda Osmanlı toprağı olarak kalmıştır.
François Georgeon, II. Abdülhamid'in "devlete hiçbir maliyeti ya da yükü olmadan, tamamen diplomatik oyunlarla sağlanan dengeler sayesinde Rumeli'nin elde tutulabildiğini kaydetmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli ölçüde hedef küçülttüğü kabul edilirse bu bir başarı olarak telâkki edilebilir.
Halbuki II. Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti "Panislamizm" adı verilen bir İslâm birliği siyaseti izlemiştir. Ayrıca bugün bazı yazarlar bunun bilinçli bir politika olmadığı ve dış politika koşullarının geniş bir coğrafyada mücadele etme gereğini doğurması nedeniyle II. Abdülhamid'in siyasetinin Panislamizm olarak göründüğü iddia edilmektedir.
François Georgeon, onun Panislamizm politikası hakkında yaptığı yorumda padişahın hilafet kavramını "çağdaş" biçimiyle kendi şahsında uygulamaya çalıştığını, asıl amacının ise, halifelik makamının aslında Osmanlılar tarafından haksızca işgal edildiği ve Araplara iadesini savunan İngiltere desteğindeki Arap aydınlarına bir tepki koymak olduğunu kaydediyor. Ancak onun Panislamizm siyasetinin içi, bazılarının iddia ettiği gibi tamamen boş değildir. Ancak işe yarayıp yaramadığı tartışma konusu yapılabilir.
Bilindiği gibi II. Abdülhamid bütün Müslümanların ruhani lideri olarak sorunlarını üstlenmişti. Halife olarak konumunu güçlendirmek amacıyla Hicaz'a demiryolu döşetmek için büyük miktarlarda paralar harcamaktan çekinmemişti. Öte yandan da Hindistan ve Endonezya'ya kadar dünyanın her kesimindeki Müslümanlar ile onun döneminde temas kurularak, halifenin konumunun önemi gösterilirken, bir yandan da İngilizlerin sömürgeci ve yayılmacı siyasetleri önüne set çekilmeye çalışılmıştır. Para, misyoner ve yayınları desteklemek yoluyla yürütülen bu politika, etkinliği ne kadar tartışılırsa tartışılsın Avrupalıları korkutmaya yetmiştir.
Abdülhamid'in izlediği hilafet siyaseti, Tanzimat'tan bir kopma olarak da değerlendirilmektedir. Tanzimat döneminde kısıtlanan ve protokol görevine dönüştürülen padişahlık makamı, II. Abdülhamid tarafından eskisinden daha güçlü hale getirilmiştir. Onun Panislamizm siyaseti üstelik sömürgecilere karşı direnen İslâm dünyasnın ilk siyasi önderlerinin çıkmasına hizmet etmiştir.
Her ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, II. Abdülhamid'in uyguladığı baskıcı politikalar kendisine karşı 1900'Iü yılların başında aydın ve halk kesimleri arasında büyüyen ve etkinliğini artıran bir muhalefetin doğmasına neden olmuştur. Bu muhalefetin zemin kazanmasında imparatorluğun ekonomik portresinin çok kötüleşmesinin de önemli bir payı olduğu şüphesizdir. Fakat muhalefetin çıkış noktasını sadece ekonomik duruma bağlamak da yanlıştır. Fakat kendisine muhalif grupların maliye politikaları ve dış politikada karşılaşılan güçlükleri iyi değerlendirdiklerini söylemek yanlış olmaz.
Devrin bazı aydınları, onun baskı ve istibdadına son vermek ve ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmanın tek yolunun meşrutiyet olduğunu düşünmekteydiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti adlı gizli olarak kurulan ve faaliyet gösteren bu grubun öncülüğünde Ermeni, Rum, Bulgar ve Arap gibi çeşitli etnik ve dini gruplara mensup komiteciler, aralarında anlaşarak padişaha karşı muhalefetlerini arttırdılar. Abdülhamid'in ekonomi politikalarının gelişmiş batılı ülkelerin işlerine yaradığını iddia etmişler, artan fıyatlar, dış borçlar ve düşen işçi ve memur maaşları taraftar kazanmalarını kolaylaştırmıştı. Daha çok dışarıdan mücadele eden Jön-Türkler el altından ülkeye soktukları yayınlarla iyice etkili oldular.
Buna bağlı olarak yer yer yapılan grevler ve protesto gösterileri Abdülhamid'in yönetimine duyulan tepkilerin taraftar bulmasına yol açtı. Özellikle Manastır ve Selanik'teki askeri sınıflar arasında başlayan ve hızla ilerleyen muhalefet, gücünü artırınca, bir iç savaşa yol açmak istemeyen II. Abdülhamid 23 Temmuz 1908'de anayasayı tekrar yürürlüğe koydu. Padişah, II. Meşrutiyet adı verilen bu dönemi başlatırken, kısa zamanda seçimlere gideceğini ve Mebusan Meclisinin yeniden toplanacağını ilan etti. Ayrıca gizli polis örgütü ve sansür de ortadan kaldırılacaktı.
Halkın şenliklerle kutladığı bu ilan aslında beklenen değişiklikleri pek doğurmadı. İttihat ve Terakki Partisi siyasi bir programı olmadığı için geri planda kaldı. Yapılan seçimlerde (Sonbahar 1908) ittihatçılar zafer kazanarak, padişahı bir kez daha Tanzimat dönemindeki gibi saraya gönderdiler ve kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan meşruti bir yönetim kurdular. Ne var ki eskilerin hakim olduğu hükümet ile yaşamayı kontrol eden meclisin genç muhalifleri kısa sürede anlaşmazlığa düştüler. Mecliste tek anlaşmazlık konusu yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması değildi. Çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu mecliste dış müdahaleler sebebiyle Arnavut, Rum, Arap gibi unsurlar Türklere yüz çevirmişlerdi.
Herkes ayrılıkçı gibi hareket ediyor, İttihat ve Terakki'nin temel çıkış noktası olan "İttihad-ı Anâsır" gözardı ediliyor, hatta hiçe sayılıyordu. Buna karşı ittihatçıların başlattığı suikastlar huzursuzluğun artmasına sebep oluyordu. Alaylı (düzenli eğitim görmemiş) zabitlerin ordudan atılması, orduda da huzur bırakmamıştı. Bu yüzden İstanbul'daki kamuoyu İttihatçıların aleyhine dönmeye başlamış, muhalefetin güçlü yazarlarından Hasan Fehmi'nin vurulması büyük tepki toplamıştı.
Kartopu gibi büyüyen tepkiler, 13 Nisan'da (Rumi 31 Mart) kışladaki erbaş ve alaylı subayların katılmasıyla silahlı ayaklanmaya dönüştü. Mason, kafır vb. suçlamalara hedef olan İttihatçılardan bazıları öldürüldü, gazetecilerden bazılarının da işyerleri tahrip edildi. Bu düzensizlik ve kargaşadan yararlanan Ermeniler Adana'da büyük bir ayaklanma çıkararak pek çok Türk'ü katletti. İstanbul'da uzun süren olaylardan sonra Selanik'teki 3. Ordu subayları harekete geçerek 23 Nisan 1909 gecesi İstanbul'a geldiler, isyanı bastırdılar ve Abdülhamid'in tahttan indirilmesini kararlaştırdılar.
Halbuki padişah, sadece ayaklanmayı yatıştırmak için çalıştığını iddia etmekte ve olayların çıkışındaki rolü konusunda bir komisyon kurulmasına razı olmaktaydı. Hatta sadrazama, saltanatı kardeşine bırakabileceğini dahi bildirmişti. Ancak ittihatçılar olayların arka planını araştırma gereğini hissetmeden II. Abdülhamid'i tahttan indirerek, Selanik'e sürdüler. Balkan savaşları sırasında ise kendini Beylerbeyi Sarayında göz hapsine aldılar.
İşte Abdülhamid'in farklı görüşler tarafından değişik algılanmasına sebep olan olaylar bu şekilde değerlendirilebilir. Anlaşılıyor ki Tanzimat ile kazandıklarını kaybedenler Abdülhamid'in düşmanı olmuşlar, onu zorba ve eski kafalı olarak lanse etmeye çalışmışlardır.
Yine pek çok neşriyatta II. Abdülhamid ahlaksız ve zalim olarak tarif edilmektedir. Halbuki II. Abdülhamid, zalim, katı, Ermeni tarihçilerin iddia ettiği gibi kan dökücü hiç değildir. Aslında tarihî belgeler onun döneminde uygulanan idam cezalarının son derece az olduğunu göstermektedir.