KUBİLÂY HAN
Kubilây Han bütün Çin’i idaresi almış büyük bir imparatordur. Tarihte kendisinden önce gelmiş bütün hükümdarları gölgede bırakarak en büyük insan kitlesini yönetmiş bir hükümdardır.
Kubilây, Cengiz Han’ın torunudur. Büyük kahramanlar ve komutanlar yetiştiren bir ailedendir. 1211 yılında doğdu. Hükümdarlığa seçilmiş olan kardeşi Mengü, Kubilây’ı Doğu ülkelerini, Hulâgû’yu da Batıdaki ülkeleri almaya göndermişti.
Mengü 1259’da öldü. Kubilây’ın ordusunda bulunan prens ve emirlerin katıldığı büyük bir kurultayın kararıyla hükümdarlığa seçildi. Önce bu kararı kabul etmeyen küçük kardeşi Arıkboğa’yı yendi. Ancak kardeşine kötü davranmadı. Bu âdil hareketi Hülâgû ve diğer prenslerin beğenisini uyandırdı. Onun hükümdarlığını kabul ettiler.
Kubilây Han, Çin’de büyük bir imparatorluk kurarak 1260 ile 1294 yılları arasında 25 yıl hükümdarlık yaptı. Kubilây önce büyük bir ordu ile Siang Yang’ı aldı. Çetin savaşlarla büyük Çin eyaletlerini hükümdarlığına kattı. 1264’te Pekin’i merkez yaptı ve 1280 yılında bütün Çin’i aldı. Kubilây’ın devletinin hudutları, Çin dışında Kıpçak, Çağatay, Almalık, İran ve Kuzeyde Polanya hudutlarına kadar yayılıyordu. Kubilây Han, Japonya’ya, Annam’a ve Çampa’ya yaptığı akınlarda başarılı olamadı. Burma’da büyük bir zafer kazandı.
Kubilây Han cesur ve güçlü bir hükümdardı. Hayatı ülkeler fethetmek ve imparatorluğunu genişletmek için, büyük savaşlarla geçti. Kubilây Han Dünya tarihinde en büyük imparatorluk kurmuş olan hükümdarların başında gelir. Yanında çeşitli milletlerden bilginler, devlet adamları ve diplomatlar bulunurdu.
Kubilây hakkında bize en iyi bilgiyi Marko Polo getirdi. Marko Polo, bu büyük imparatorun sarayı, oradaki hayat, eğlenceler ve vergi sistemi hakkında ilgi çekici bilgiler vermektedir.
Kubilây, 1204 yılında 78 yaşında öldü.
MİMAR SİNAN
Büyük mimar, 29 Mayıs 1490 tarihinde Kayseri'nin Kesi nahiyesine bağlı Ağırnas köyünde doğdu. Bir devşirme olarak Yeniçeri ocağına girdi. 50 yaşında askerden ayrıldı ve Hassa Sermimarı(Mimarbaşı) oldu. 48 yıl bu makamda kaldı. 81 cami, 10 mescit, 55 medrese, 26 türbe, 17 imaret, 6 bent ve su kemeri, 9 köprü, 17 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 37 hamam inşa etti. 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü. Türbesi Süleymaniye camiinin avlusundadır.
Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen “Hazreti Süleyman sana galebe çaldım” diye haykırmıştı. İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içinde idi. Fakat Koca Sinan “kalfalık devremin eseri” dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya'yı gölgede bırakan kişi oldu.
Bu öylesine bir cami idi ki, Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman Hân'ın ulu adına lâyık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdi. İnşaatı tam sekiz yıl sürmüş, bu yüzden Kanunî Sultan Süleyman, pek sevip takdir ettiği Sermimarı Sinan'a hayli kızdığı zamanlar da olmuştu. Sinan caminin yalnız temelleri için tam 6 yılını harcamıştı.
İstanbul'da Ayasofya'yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul'a çevirmişti. Ancak inşaatın bu derece gecikmesinin maddî sıkıntıdan olduğu kaygısını da uyandırmıştı.
Bunun etkisi iledir ki, İran Şahı Tahmasb Hân, sefiri aracılığı ile Kanunî Sultan Süleyman'a ufak bir sandık dolusu mücevher göndermiş ve “Caminin tamamlanmasında bizim de bir hissemiz olsun istedik” demişti. Tarihe adını “Muhteşem” sıfatıyla yazdıran Kanunî, sandığı Mimar Sinan'a vererek “Bu taşlar da harçta kullanıla” demiş ve İran elçisinin hayret dolu bakışları arasında bu mücevherler de çakıl taşı niyetine harcın içine atılmıştı. Üsküdar'dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir.
Bu arada Koca Sinan'ı çekemeyenler türlü dedikodudan geri kalmıyorlardı: “Bu binayı kara çamurdan çıkarmaya kadir değildir” diyenler camiin duvarları olanca heybetiyle yükseldikten sonra bu kez, “Kubbenin durmasında şüphesi vardır. Herif ona hayrandır; bu uğurda günlerini geçirir...” demeye başlamışlardı.
Bu söylentiler padişaha kadar aksetmişti. Sinan’ın, fena halde hiddetlenen Sultan Süleyman'ın gazabına uğramasına ramak kalmıştı. Bir gün camiye ani olarak gelen Kanunî, Sermimarı Sinan'ı kubbenin altında oturup nargile içerken gördüğü zaman:
– Bre Sinan, neden benim camiin ile mukayyed olmayıp nargile içerek tatil-i evkât edersin?...” diye gürledi... Koca Sinan nargilenin tömbekisi bulunmadığını gösterip,
– Ol nargilenin fokurtusu ile kubbedeki aks-i sadayı dinlerim devletlüm...cevabını verdi. Cidden o ufacık nârgileden çıkan fokurtu bu dev kubbede büyük bir akustik yapmaktaydı...
Ve bunca hâdise ile dolu sekiz uzun yılın sonunda bir mimarî şaheseri olan muhteşem cami tamamlandı. Süleymaniye adını taşıyan bu emsalsiz mabet 16 ağustos 1556 Cuma günü ibadete açıldı. Adına inşa olunan caminin ihtişam ve güzelliğine hayran kalan Kanunî Sultan Süleyman, caminin anahtarını Koca Sinan'a uzatırken:
– Binâ eylediğin bu beytullahı, sıdk, safa ve dua ile yine senin açman gerek...diyerek Sermimarına şereflerin en büyüğünü bağışladı.
“Şehzâde Camii çıraklığımın, Süleymaniye kalfalığımın, Edirne'deki Selimiye de ustalık devremin eseridir” diyen Mimar Sinan, Yeniçeri ocağında marangozlukla işe başlamıştı.
Yavuz Sultan Selim'in Tebriz seferi sırasında Van Gölü'nü geçmek için inşa ettiği geniş tekne, yalnız bu göldeki ilk tekne olmasının yanı sıra, aynı zamanda onun ilk eseri olmuştu. Sonra Arap ve Acem diyârlarına yapılan seferler sırasında hendese ve mimarlık öğrenmiş, Kanunî'nin Karabağ seferi sırasında Prut nehri üzerinde ilk köprüsünü inşa etmişti.
50 yaşında iken Yeniçeri ocağından ayrılıp saraya Sermimar(Mimarbaşı) olarak geldikten sonra üç kıtaya yayılan o koskoca imparatorluğu her biri birer mimarî şaheseri olan dört yüze yakın eserle süslemişti. Tam 48 yıl sürmüştü Koca Sinan'ın Mimarbaşılığı. Türk tarihinin bu en muhteşem ve en zengin devresini, inşa ettiği camiler, medreseler, türbeler, kemerler, köprüler, saraylar, hamamlar, mahzenler ve bentlerle dile getirdi.
Doksan yaşını aşkın iken, çok sevdiği ve himâyesine aldığı Şair Mustafa Sâi'ye Tezkiretü’l-Bünyân adı altında geniş bir hayat hikâyesini de kaleme aldırdı. Böylelikle devşirme Sinan, kişisel gayretiyle yarattığı Koca Sinan'ı da yazılı bir eser olarak bıraktı tarihimize.
Mimar Sinan, 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye Camii'nin avlusundadır.
MEHMET EMİN YURDAKUL
Mehmet Emin Yurdakul 1869 yılında İstanbul’da Beşiktaş’ta doğdu. Babası bir balıkçı olan Salih Reis, annesi ise Edirne’den göçüp İstanbul’a yerleşmiş olan Emine Hanım idi.
Mehmet Emin Beşiktaş Askerî Rüştiyesini bitirdikten sonra İdadi mektebe devam etmiş, ancak bitirememiştir. Bir süre Hukuk Mektebine de devam etmiştir.
Sadaret Evrak Kalemine maaşsız olarak görev yaparken, 1890 yılında bastırdığı Fazilet ve Asalet adlı risaleyi Sadrazam Cevat Paşa’ya takdim etmesi üzerine 700 kuruş maaşla Rüsumat Mektupçu Kalemi Müsevvitliğine, bir müddet sonra da Rüsumat Evrak Müdürlüğüne tayin edildi. Tanınması 1897’deki Yunan Harbi esnasında neşredilen Türkçe Şiirler isimli küçük şiir kitabıyla başlar.
O eserindeki:
Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur,
Sinem, özüm ateş ile doludur,
İnsan olan vatanının kuludur,
Türk evladı evde durmaz giderim.
gibi manzumeler halk diliyle Türklüğün heyecanını ve idealini haykırdığı için yeni bir çığırın müjdecisi olmuştu.
1908 İnkılâbından sonra Mehmet Emin, Erzurum ve Trabzon Rüsumat Nazırlığından Bahriye Nezareti Müsteşarlığına geçti. Bir aralık Hicaz Vali Vekili oldu. Sonra Sivas ve Erzurum valiliklerinde bulundu. Bundan sonra da Musul Milletvekili olmuştu. Daha sonra Şarkî Karahisar Milletvekilliğinde, Urfa Milletvekilliğinde bulundu. İstanbul Milletvekili iken öldü ve Balmumcu’daki yeni mezarlığa gömüldü.
Mehmet Emin, büyük bir sanatkâr ve şâir değildi. Ancak Türklük düşüncesinin uyanması görüşünün ilk müjdecisi idi. Rubâb-ı Şikeste’nin karşısına Türk sazı ile çıktı. Aruz vezninin tumturaklı ve tantanalı edası karşısında, Türklük bilinciyle ve hece vezniyle yazdı. Ondan sonra gelen birçok şâir, onun açtığı yoldan şiir sanatının zirvesine yükseldi.
Onun âhenkli, ama temiz imanlı ve milli heyecanlı mısralarıyla Millî Mücadelenin ilk günlerinde Ankara’ya koşmuş olması, Atatürk’ü, kendisine ordusuyla bir komutan katılmış kadar sevindirdi.
Mehmet Emin, halkın öz duygularını, halkın anlayacağı bir dil ve Türkçe’nin yapısına uygun bir vezinle seslendirmeye çalıştı.Özellikle, edebiyatımızın Arap ve Acem etkisi altında bulunduğu ve herkesin birbirine “Kaba Türk” diye hakaret ettikleri bir dönemde “Ben bir Türküm!” diye bağıran bir şâirdir.
Mehmet Emin’i Türk aydınlarından önce Türk milletinin uyanışı ile ilgili olarak Alman, Rus ve Macar Türkologları anladılar ve onu: “Kendi edebiyatını bulmaya giden bir milletin ilk sesi” olarak nitelendirdiler.
Mehmet Emin Yurdakul’u şu mısraları çok iyi anlatır:
Ey mübarek Anadolu toprağı!
Hani senin bahtiyarlık hukukun,
Hür düşüncen, milli duygun, kanunun?
Hani senin yeni ruhlu çocuğun?
Yazık sana ağlamayan şiire...
O, bütün hayatında Anadolu’nun gözyaşını ve Türk Milleti’nin soyluluğunu haykırmıştır.
Mehmet Emin Yurdakul 1944 yılında İstanbul’da öldü.
En meşhur eserleri Türkçe Şiirler, Fazilet ve Asalet, Zafer Yolunda, Mustafa Kemal, İsyan, Dante’ye Sesler, Kıvılcımlar ve Yıldırımlar, Türk Sazı, Turana Doğru’dur.